Sabahın o ince serinliği, Ankara Garı’nın taş duvarlarında geziniyordu. Gökyüzü, o gün maviye en yakın rengindeydi. Sanki her şeyin iyi gideceğine dair sessiz bir söz vermiş gibiydi. İnsanlar ellerinde pankartlarla, omuz omuza yürüyordu. “Savaşa inat, barış hemen şimdi!” diyordu birinin pankartı; bir diğeri “Yaşamak istiyoruz!” diye bağırıyordu göğe.
Kalabalığın içinde, gözleri ışıl ışıl bir kız vardı: Eylül. 23 yaşındaydı. Üniversite son sınıfta, sosyoloji okuyordu. Çantasına küçük bir defter, bir de dolma kalem koymuştu. “Belki bugün güzel bir hikâye yazarım” demişti sabah evden çıkarken annesine. “Barış hikâyesi.”
Eylül, insanların yüzlerine bakmayı severdi. Her yüz, bir hikâyeydi onun için. O sabah gördüğü yüzler umutla parlıyordu. Bir grup öğretmen çocuklarına yazdığı mektuplardan bahsediyor, bir kadın “kocamı kaybettim ama barışı kaybetmeyeceğiz” diyordu. Genç bir adam kaval çalıyordu kalabalığın ortasında. Melodi, yavaşça göğe yükseliyordu.
Garın saati 10’u biraz geçmişti. Sloganlar, şarkılar, gülüşmeler birbirine karışıyordu. Kimse o anın, bir ülkenin hafızasına kazınacak bir kırılma anı olacağını bilmiyordu.
Bir anda, gökyüzü değişti.
Ses önce bir uğultu gibi geldi, sonra kulakları yırtan bir patlama.
Bir değil, iki.
Yere düşen pankartlar, havaya savrulan kuşlar, çığlıklar, sessizlik…
Eylül, o an göğe bakıyordu. Gökyüzü artık mavi değildi. Dumanın, barutun, acının rengine bürünmüştü. Ellerini uzattı, sanki o dumanı aralamak ister gibi. Bir çocuk koşuyordu, bir kadın birine sarılmış ağlıyordu. Bir başka adam, arkadaşının elini bırakmamak için çırpınıyordu.
Birkaç saniye, belki de birkaç ömür sürdü o an.
Eylül’ün defteri çantasından düşmüştü. Sayfaları kana bulanmıştı ama son yazdığı cümle okunuyordu:
“Barışa inanmak, ölümü yeneceğini bilmeden yürümektir.”
O gün orada 103 can gitti. Kimi öğretmendi, kimi öğrenci, kimi işçi, kimi sanatçı. Her biri bir umut taşıyordu kalbinde. Her biri “barış” kelimesini gerçekten anlamıştı.
O günden sonra Ankara’nın gökyüzü hep biraz bulanık kaldı. Gar’ın önünden her geçen, o sabahı hatırladı. Kuşların bile bir süre sessiz uçtuğu söylendi.
Ama sonra biri, bir duvara şu cümleyi yazdı:
“Ne çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı.”
Cümle kısa ama derindi. İçinde hem acı vardı, hem direniş. Hem yas, hem umut. İnsanlar gelip o duvarın önünde durdu, fotoğraf çekmedi, sadece baktı. Bazıları dua etti, bazıları ağladı, bazıları hiçbir şey söylemedi.
Yıllar geçti. Eylül’ün annesi her 10 Ekim’de garın önüne gidiyor. Elinde kızının defteri, üstünde hala o kırmızı çanta. Defterin ilk sayfasına bakıyor her seferinde:
“Bir gün gökyüzü temizlenecek anne, biliyorum.”
O defteri eline alan herkes, sanki Eylül’ün sesini duyuyor:
“Barış, kolay değildir. Ama imkânsız da değil. Yeter ki insanlar bir sabah, birbirine zarar vermemeye yemin etsin.”
Bugün Ankara Garı’nın önünde anmaya gelenler yine çoğaldı. Karanfil bırakanlar, sessizce duranlar, şarkı söyleyenler… Ve gökyüzü, yıllar sonra ilk kez tertemizdi.
Bir çocuk annesinin elini tutup yukarı baktı:
“Anne,” dedi, “bugün gökyüzü neden bu kadar mavi?”
Kadın, gülümsemeye çalıştı.
“Çünkü,” dedi, “onlar artık orada. Gökyüzünü koruyorlar bizim için.”
O anda rüzgâr hafifçe esti. Karanfillerin yaprakları savruldu. Ve bir ses, neredeyse duyulmayacak kadar ince bir ses, bir nefes gibi yayıldı:
“Ne çok özlemişiz gökyüzüne kansız bakmayı…”
Yazar: Eylül Deniz

