Hakan Tosun: Doğanın, Gerçeğin ve Direnişin Tanığı…

1975 yılının İstanbul’unda doğdu Hakan Tosun. Boğaz’ın serin rüzgârlarını, kentin karmaşık seslerini, insan kalabalıkları arasındaki yalnızlığı erken yaşta tanıdı. Çocukluğu, Türkiye’nin hem hızla değiştiği hem de derin yaralar aldığı yıllara denk geldi. O karmaşanın içinde, bir çocuğun gözlerinden dünyayı anlamaya çalışan meraklı, sessiz bir tanıktı belki de. Fakat yıllar geçtikçe o tanıklık, sessizliğini yitirdi; kamerasıyla, sesiyle, kalemiyle bir çığlığa dönüştü.

1990’larda medya sektöründe çalışmaya başladığında, haberin sadece bir “ürün” değil, halkın sesi olduğunu çoktan fark etmişti. O dönemin televizyon ekranlarında parlayan haber bültenlerinin ardında, susturulan hikâyeler, görünmez kılınan insanlar olduğunu biliyordu. Bu yüzden hiçbir zaman yalnızca bir gazeteci olmadı; o, gerçeğin tarafında olmayı seçti. Sözünü iktidarın gölgesinde değil, dağ köylerinde, maden ocaklarının başında, orman kıyılarında, derelerin yanında söyledi.
Zamanla o tanıklık, bir meslekten öte bir davaya dönüştü.

Çünkü Hakan biliyordu: Bir orman sadece ağaç değildir, bir dere sadece su değildir, bir dağ sadece taş değildir. Her biri, bir yaşamın nefesidir, bir halkın hafızasıdır. Ve o nefesi kesmeye, o hafızayı silmeye çalışanlara karşı kamera onun silahıydı.

Yıllar içinde, nerede bir ağaç kesiliyorsa, nerede bir toprak yağmalanıyorsa, Hakan’ın kamerası oradaydı. Kaz Dağları’nda altın şirketlerinin kepçeleri toprağa saplandığında, Akbelen’de ormanın kalbine dozerler girdiğinde, Kuzey Ormanları’nda İstanbul’un son nefesini betonla boğmak istediklerinde…

O, oradaydı.

Bir elinde kamera, bir elinde inat. “Burada yaşam var!” diyordu. “Ve ben bu yaşamın şahitliğini bırakmam.”

Bir sabah gün doğmadan Kaz Dağları’nda çamların arasında yürüyordu.
Ayakkabıları çamura batmış, nefesi soğukta buharlaşıyordu.
Yanında köylüler, kadınlar, çocuklar… Hepsinin gözünde aynı korku, aynı kararlılık: “Bu dağ bizim.”

Hakan o anın görüntüsünü çekerken, bir gazeteci değil, bir kardeşti.
Doğayı savunmak, onun için artık haber değil, varoluştu.

Çekmeköy’ün ormanlarında betonun ilerleyişini çekerken, bir keresinde şöyle demişti: “Her ağaç devrildiğinde, bir çocuk nefessiz kalıyor. Bu sadece doğa değil, bu bizim geleceğimiz.”

Evet, Hakan Tosun bir belgeselciydi.
Ama asıl yaptığı şey, bu çağın hafızasını kaydetmekti. Doğanın çığlığını, insanların direncini, toprağın adalet arayışını… O kamera, sadece görüntü değil; öfke, sevda ve hakikat kaydediyordu.

Ve sonra geldi o kara gün. 10 Ekim gecesi, sokak lambalarının altında saldırıya uğradı. Yalnızdı, ama yalnız değildi — arkasında bir halkın vicdanı, bir doğanın yası vardı. Ambulansla hastaneye kaldırıldı.
Ama ailesine tam 27 saat boyunca haber verilmedi.

Yirmi yedi saat…
Bir ömrün, bir ülkenin adaletinin ne kadar susabileceğini gösteren yirmi yedi saat.

Sonra o cümle düştü dudaklardan: “Hakan Tosun öldü.”

Ama hayır, o yürüyüş bir son değildi. Çünkü Hakan, ölürken bile yaşamı savundu. Organlarını bağışladı. Kalbi, başka kalplerde atmaya devam ediyor. Gözleri, başka insanlara dünyayı gösterecek. Yaşamı, ölümün içinden yeniden filizlendi.

Şimdi Akbelen’in direniş çadırlarında, Kaz Dağları’nda yankılanan her slogan, Kuzey Ormanları’nda hâlâ direnmeye devam eden her ağaçta onun sesi var: “Yaşamı savunmak suç değildir.”
O sesi susturmak isteyenler, bir ormanı yakabilir ama köklerini sökemez. Çünkü o kökler artık Hakan’ın kalbinde değil, bizlerin yüreğinde.

Hakan Tosun’un arşivinde yüzlerce video, binlerce fotoğraf var. Ama en büyük arşiv, onun yaşamıdır. Bir insanın gerçeğe, doğaya ve adalete adadığı bir ömür. O artık sadece bir belgeselci değil, bu ülkenin vicdan arşividir.

Ve şimdi, rüzgâr Kaz Dağları’nın zirvesinden estiğinde, o rüzgârın içinde onun sesi var. Bir ağacın yaprakları hışırdadığında, o ses “unutmayın” diyor. Yağmur toprağa düştüğünde, Hakan’ın adını fısıldıyor.

Akbelen’de bir çadırın ucundan süzülen ışıkta, bir çocuk nefes alırken, onun gözüyle görüyor dünyayı.

Çünkü Hakan artık toprağın kendisi, suyun akışı, rüzgârın yönü, gökyüzünün sabrı oldu. O, sadece bir insan değil, bir yaşam biçimi olarak kaldı geride.

Ve biz, onun açtığı kadrajdan bakmaya devam ediyoruz. Bir elimizde kamera, bir elimizde umut… Toprağa, suya, ağaca, insana…
Yaşamı savunmak için, onun bıraktığı yerden devam ediyoruz.

Yazar: Taylan Özdemir