Fadike’nin Yabancısı

Güneş, önce ışık saçarak haber gönderip sonra varlığını göstermeyi en sevdiği o dağların arkasındayken, O’da dağların diğer tarafında uykusundan yeni uyanıyordu.
Bu erken kalkışlara, yılların verdiği alışkanlık mı denilebilir yoksa zamanını uykuya teslim etmek yerine hayata teslim etmek mi denilebilir bilmiyoruz ama her sabah güneşin doğuşuna yarenlik ettiğini biliyoruz.
Uyandığı ilk an güneş ışıklarının göz kapakları arasına sızarak gözlerine temas etmesiyle başladı güne. Üzerinde duran ince örtüyü kaldırdı ve Fadike’nin yanında olmadığını farketti. Zaten yanında olmaması değil olması enteresan olurdu, çünkü çocuklarım ve torunlarım dediği inekler, keçiler, danalar ve gidiklere bakmak için ahıra gitmeden güne başlamıyordu. Yine bu durumun da alışkanlık mı yoksa bilinçli, istençli mi yapıldığını bilmiyoruz.
Hayata heryerden daha erken başlanılan bu yerde, herkesten daha erken başlanıyordu hayata bu evde.
Önce çayın suyunu kaynattı, kaynayan suyu çaydanlığa dökerek suyun üzerine 3 kaşık çay otu attı. Pencerenin kenarındaki yatağı topladı çay ıslık çalarak demlenmeye başladığında. Yatağı topladıktan sonra yastıkları ve örtüyü yüklüğe kaldırdı ve ardından binbir çeçit çiçek motifli, en az 50 senedir evin bir ferdi olan sofra örtüsünü yatağın üzerine serdi. Örtünün ortasına tepsiyi koydu, yarım non mişti, yarım da non kate getirdi. Zeytin, tereyağı, bir tabağa birer tane domates salatalık ve biber doğradı. Üzerine biraz tuz ve biraz pul biber koyup, biraz da yağ dökütü. Dolapta kendisi için yapılmış çökeleği gördü. Çökeleğe bakarak gülümsedi ve bir küçük lokma alıp ağzına attıktan sonra dolabı kapatı. O evde hiç peynir yenmediğini neredeyse herkes biliyordu. Çünkü, Fadike, bırakın peyniri yemeyi, peynire elini bile süremiyordu. Ama, oranın çökeleği çok güzeldi ve O, çökeleği çok sevdiği için Fadike O’na her zaman, eline giydiği, dirseklerine kadar uzanan eldivenleriyle çökelek yapardı. Pencerede asılı olan perdeleri sonuna kadar açtı. Sabahın ilk saatlerinde birlikle uyandıkları güneş ışıkları açılan perdeden tamamen odaya üşüşürcesine doldu. Güneş ışıkları odaya ılıklık getirdiler beraberlerinde. Sofra hazırdı. İki tane büyük su bardağı getirip tepsiye koydu. Çaydalığı alıp bardaklara çay doldurmaya başladı. İkinci bardağa çayı doldurmaya başladığında kapı gıcırdayarak açıldı. Yüzüne ince bir tebessüm kondu. Sonra gözleriyle yavaşça arkasına bakarak ‘’Geldin mi Fadike?’’ diye sordu. Aslında bu bir soru değildi. Fadike’nin tam o zaman geleceğini adı gibi biliyordu. Zaten Fadike de, tam içeriye girdiğinde O’nun bardaklara çay dolduruyor olacağını biliyordu. Hayatlarında tarifi mümkün olmayan bir ahenk geliştirmişti yıllar. Sanki birbirlerinin hareketlerini kamerayla izliyorlar da ona göre hareket ediyorlar gibiydi. Ama tahmin edeceğiniz gibi böyle değildi. Buraların insanlarının böyle özellikleri olur. Buranın insanları yaşadıkları ortamla bütünleşir. İşte Fadike’yle O’nun bütünleşmesi de böyle. İnsanlar taşa, suya, ağaca, toprağa, dağa ve dağda gezene değer verirler, incitmezler. Aynı şekilde bu sayılanlar diğerlerine değer verir ve incitmezler. Değer verip incitmemeyle kalmayıp birlikte yaşarlar. Birlikte yaşadıkça da iç içe geçerler. Bir bütünün parçası gibi olurlar.
Kahvaltıları bitmişti ama birer bardak daha çay içmek istediler. Önce Fadike’nin bardağına çay doldurdu. Fadike çayına şeker atarken kendi bardağına çayı doldurmaya başladı. O çayına şeker atmadı. Direk bir yudum aldı çayından. Kafasını pencereden dışarıya çevirdi. O an güneşle göz göze geldiler. Gözlerini kaçırdı güneşten. Fadike’ye döndü baktı ve tekrar dışarıya baktı. Fadike anlamıştı söylediğini o da dışarıya baktı ve doğduğu, büyüdüğü, yaşıyor olduğu ve muhtemeldir orada öleceği yerin güzelliğine hergün nasıl hayran oluyorsa aynı hayranlıkla baktı. Sonra yine O’na dönüp baktı manzaranın güzelliğini tamamlamak istercesine ama tam o anda farketti ki O, Fadike’den önce davranmıştı. Manzaranın güzelliğini tamamlamak için Fadike’ye yüzünü dömüştü bile.
Şimdi dışarıdaydılar. O hemen yerine geçmişti. Yıllardır oturduğu yeri o kadar kendini benimsemişti ki sanki başkası otorsa ‘’Kalkar mısın?’’ Diye ricada bulunacaktı.
Hayat yeni başlamaya koyulduğunda, başka yerlerin insanları belki de yeni kalkmaya yeltendiklerinde O ile Fadike kendi zaman dilimlerinde neredeyse günü yarılamışlardı. Ahıra giden Fadike keçileri ve gidikleri sevgi sözcükleri yağdırarak kapının önüne kadar getirdi. Fadike’nin çok uzun zamandır ağzından sedası sadece bu çocukları ve torunlarıyla konuşurken çıkardı. O, kapının oraya gelip, küçük sürülerini aldı ve yola koyuldu. Yola koyuldu dediğimize bakmayın, gittikleri yerler göz görümü, kulak duyumu mesafedeydi. Buna rağmen Fadike her defasında O’nu Elazığ’a yolcular gibi yolculuyor, O da her defasında Elazığ’a gider gibi gidiyordu. Tabi yine kendi üsluplarınca. Fadike su döküyordu arkasından gözleriyle ‘’Su gibi git, su gibi gel.’’ Diyerek ekliyordu gözleriyle. O da el sallıyordu gözlerinin içinden ‘’Dikkat et, tamam mı Fadike?’’ diye de ekliyordu gözleriyle.
Sürünün en sevdiği yere gelmişlerdi. Bu geliş, sanki, bu donlarındaki devirlerinin sonuna doğru geliyor olmalarını hatırlatmıştı O’na. Zaten epey zamandır devirlerinin sonuna doğru geliyor olmaları birden peyda olup duruyordu zihninde. Ama zerre kadar ölüm korkusu, zerre kadar ölüm kaygısı duymuyordu. Canının ölmediğini teninin öldüğünü ve devrinin daim olacağını buralardan öğrenmişti daha buralara gelmeden çok önceleri. Belki de buraları bilmeseydi ölüm korkusu olurdu ama neyseki burası vardı. Fadike geliverdi aniden aklına, buyur etti Fadike’yi hemen aklının kapısından içeri
Gözleri hep sürüdeydi. Ama aklı Fadike’deydi. Fadike de aklındaydı zaten az önce buyur etmişti, oturmuşlardı Fadike’yle.
Sohbete başlamıştı kafasında Fadike’yle. Fadike’yle ilk tanıştıkları zamanı hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. Fadike’ye sordu. Sadece güldü Fadike. Aslında cevapların en gerçeğiydi bu, yalanı içinde tutmayan. Yıllar sonra öğrenmişti gülmenin orada ne anlama geldiğini. Sonra Fadike, Fadike diye iki kere tekrarladı çok yüksek olmayan bir sesle. ‘’Sahi senin adın neydi Fadike? Sen bana uzun yıllar önce bir ‘’Ezgi’nin’’ hikayesini anlatmıştın. İşte o andan sonra ben sana Fadike diye seslenmeye başladım. Ama öncesi neydi. Sana insanlar ne diye sesleniyorlardı? Ben sana nasıl sesleniyordum?’’ diye sordu. Fadike gülümsemesini azaltsa da yüzünden alıp bir kenara koymadı, adlarını söyledi ve hikayelerini anlattı sonra. O’nun hafızasında canlanıyordu Fadike anlattıkça. Bugün konuşma sırası Fadike’deydi. Anlatası da vardı sanki bugün. Ama anlattıklarında hep bir boşluk vardı. İlk yılları çok net anlatıyordu Fadike. Neredeyse tüm ayrıntılarına kadar hemde. Son zamanlarını da aynı netlikte anlatıyordu. Zaten çok zaman geçmemiş olduğu için O’nun da canlı bir şekilde hafızasında yaşamaya devam ediyordu son yıl anıları. Ama koskocaman boşluk vardı. Fadike buraları anlatırken çok hızlı anlaşılmaz bir şekilde anlatıyordu. Hiçbir şey anlaşılmadığı gibi sanki Fadike’nin de anlattıklarına dair bir şey canlanmıyordu hafızasında. İkisi de bu duruma akıl erdirmişti en sonunda. Orada, iki kişinin yaşamları hafızalarında aynı belirsizliği taşıyorsa, aynı yerleri aynı derecede silikse, bu silik olan yerleri sonraki donlarına devrolacağına inanılırdı. Şimdi Fadike’de, O’da amacına ulaşmış iki Koçgiri’li cengaver edasıyla huzura ermişlerdi. O’nun gözleri Fadike’nin gözlerine takıldı. Sürünün olduğu yere doğru bakıyordu Fadike. O da oraya baktı ve sürünün birbirlerinin peşi sıra takılıp gittiklerini gördü. Hayalindeki Fadike’yi de alıp sürünün peşine gitti. Sürüde nizami bir hız ve sisttematik bir sıralanış vardı. Sanki mitolojik Pan tarihin sayfalarından çıkmış ta flütünü çalarak küçük sürülerini peşine takmış götürmeye çalışıyordu. O sürünün peşinden gidiyordu. Sürü O’nu peşinden götürüyordu.

Yıllar sonra burada kent festivalleri düzenlenmeye başladı. Başka şehirlerden, hatta başka ülkelerin başka şehirlerinden hem buralılar hem de buraların sevdalıları akın ediyorlardı. Paneller, konserler, çocuk etkinlikleri, bolca fraksiyon sürtüşmeleri ve de burasının tarihi, mistik, inançsal anlatıları.

En çok Bawa Munzur’un, Bawa Düzgü’nün anlatıları dikkatle dinleniyordu. Yüreklerde ve hafızalarda kazılı kalıyordu.
Biri ise bambaşka; Kimisi ‘’Yabancının Hikayesi’’ diye anlatıyordu, kimisi ‘’Fadike’nin Yabancısı’’ diye anlatıyordu. Kimisi de ‘’ Fadike’nin Hikayesi’’ diye anlatıyordu. İsimleri değişikti hikayelerin ama anlatılanlar hemen hemen aynıydı. Anlatılanlarda öyle inançsal ya da mistik bir taratta yoktu. Tek ilgi çekici tarafı tarih sayfalarından yıllar öncesinden geliyor olmasıydı.
Yazar: Kutsal Hasan Çoğal